Prof. Dr. Baran Yıldız

Tarih: 22.05.2023 03:48

[6/1 23:43] Ömer Tarık Yılmaz: SOHBET................ ÎMÂN VE ÎMÂNIN ALÂMETİ <p>&Icirc;m&acirc;n: &Acirc;ment&uuml;&rsquo;de bildirilen altı esasa inanmaktır.<br /> Had&icirc;s-i şer&icirc;fte buyuruldu ki:<br /> &ldquo;&Icirc;m&acirc;n, Allaha, melekle

Facebook Twitter Linked-in

[6/1 23:43] Ömer Tarık Yılmaz: SOHBET................ ÎMÂN VE ÎMÂNIN ALÂMETİ

Îmân: Âmentü’de bildirilen altı esasa inanmaktır.

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Îmân, Allaha, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhıret gününe, ölüme ve öldükten sonra dirilmeye, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana, kadere, hayrın ve şerrin Allahtan olduğuna inanmaktır.” 
Bunları kalb ile tasdik etmek şarttır. Îmânın kuvvetli olmasının alâmetleri çoktur. Bu husustaki hadîs-i şerîflerden birkaçı:
“İyilik edince sevinen, günah işleyince üzülen îmânlı demektir.” 
“Kalbde îmânı olan Allahü teâlâyı sever.” 
“Îmân çıplaktır. Elbisesi takva, süsü hayâ, sermayesi fıkıh, meyvesi ameldir.” 
“Îmân, namaz demektir. Kim namaz için kalbini hazırlar ve namazı itina ile, vaktine [diğer farzlarına] ve sünnetine riâyet ederek kılarsa, o mü’mindir.” 
“Müminlerin îmân bakımından en kuvvetli olanı, güzel ahlâka sâhip olanıdır. Yanlarına herkes kolayca yaklaşır, geleni gideni çok olur. Herkesle iyi geçinir. Kim etrafı ile iyi geçinemiyorsa, onda hayır yoktur.” 
“Kişinin nerede olursa olsun, Allahı unutmaması, îmânının kuvvetli olduğunu gösterir.”
“Şu üç şey kimde bulunursa, îmânın tadını bulur:
1- Allah ve Resûlünü herşeyden çok seviyorsa,
2- Bir kimseyi yalnız Allah rızâsı için seviyorsa,
3- Küfre düşmekten, ateşe düşmek kadar korkuyorsa.” 
“Îmândan olan üç şey:
1- Darlıkta infak etmek “Hayra harcamak”,
2- Rastladığı Müslümana selâm vermek,
3- Kendi aleyhine de olsa adâletli davranmak.” 
“Kötüleyen, lânet eden, fuhuş söz söyleyen ve hayâsı az olan kimse, mü’min-i kâmil,değildir.” 
“Beni, evlâdından, ana-babasından ve bütün insanlardan daha fazla sevmeyen, îmân etmiş olmaz.” 

KIBLE SAATİ VAKTİ

Takvimimizde her şehir için gösterilen Kıble Saati vaktinde, Güneş’e doğru dönen kimse, Kâbe yönüne dönmüş ve o yerin kıblesini bulmuş olur.

 

 
 
06.01.2023 - Türkiye Takvimi - https://play.google.com/store/apps/details?id=turkiyetakvimi.takvim
[6/1 23:43] Ömer Tarık Yılmaz: Peygamberimizin Elbise Giyim Adabı : Neden elbise giyeriz? Giyim kuşam ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir? Peygamber Efendimiz nasıl giyinirdi? Peygamberimizin giyim kuşamı...
İnsan için yeme içme ne kadar zarûrî bir ihtiyaç ise giyinmek ve toplum içinde güzel bir görünüme sâhip olmak da o derece önemlidir. Vücûd, ancak giyim kuşam yoluyla hâricî tesirlerden korunur, ayıplardan kurtulur ve güzelliğini kemâle erdirir.
NEDEN ELBİSE GİYERİZ?
Aslında örtü, zerreden küreye kâinâtın hemen her unsurunda müşâhede edilen fıtrî bir hakîkattir. Dünyanın atmosferi, ağaç ve meyvelerin kabukları, hayvanların deri ve tüyleri, anne karnındaki cenini saran plasenta zarı bir nevi elbise (tesettür) hükmünde olup bunları dışa karşı muhafaza eder ve görünüşlerini güzelleştirir.
Kur’ân-ı Kerim’de:
“Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süsl
[6/1 23:43] Ömer Tarık Yılmaz: Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Çocukluk Dönemi
PEYGAMBER EFENDİMİZİN ÇOCUKLUĞU (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Çocukluk Dönemi)
Doğumundan iki ay evvel babası, altı yaşındayken de annesi vefât etti. Annesi vefat ettikten sonra Hz. Muhammed’i (s.a.v.) dedesi Abdülmuttalib himaye etti. Abdülmuttalib, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gereken ihtimamı gösterdi. Yanından hiç ayırmadı, ona baba şefkati ve sevgisinin eksikliğini hissettirmedi.
Abdülmuttalib ölümünden önce, sekiz yaşında olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bakımını oğlu Ebû Tâlib’e vasiyet etti. Ebû Tâlib, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) çocuklarından daha fazla sevdi, onun uğurlu olduğuna inandı ve iyi yetişmesi için gayret sarfetti. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in ikinci annem dediği hanımı Fâtıma bint Esed (r.a.) de ona kendi çocuklarından daha çok alâka gösterdi. Ebû Tâlib nübüvvetten sonra da yeğeninin yanında yer aldı ve kendisini korumak için elinden geleni yaptı.
[6/1 23:43] Ömer Tarık Yılmaz: Kevser Suresi
Kevser suresi, Mekke döneminde inmiştir. Medine döneminde indiği de rivayet edilmiştir. 3 ayettir. Kevser; çok hayır, bereket demektir. Cennet’te Peygamber Efendimize mahsus bir havuzun da adıdır.
Hz. Peygamber (s.a.s.), asla “ebter” olamaz. Çünkü Yüce Allah ona Kevser’i lütfetmiştir. اَلْكَوْثَرُ (kevser), çokluk mânasındaki اَلْكَثْرَةُ (kesret) kökünden gelir. O, bütün iyilik, güzellik ve hayırları içine alan gerçekten çok şümullü bir lafızdır. Bu mânalardan bazıları şöyledir:
Bitmek tükenmek bilmeyen çok hayır, bol nimet,
Kur’ân-ı Kerîm, Peygamberlik ve İslâm dini,
Kur’ân-ı Kerîm’le alakalı ilimler ve mânalar,
Mü’minlere dinî hayatlarında sağlanan kolaylıklar,
Makâm-ı Mahmûd, şefaat hakkı,
Peygamberimiz (s.a.s.)’e kıyamete kadar iman ve itaat edecek ümmetinin çokluğu,
Cennette verilecek havuz ve ırmak.
Kevser havuzu ve ırmağı hakkında Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kevser, cennette bir ırmaktır. Her iki kıyısı altındandır. Bu ırmak inci ve yakut üzerinden akar. Toprağı miskten daha hoştur. Suyu bal­dan tatlı, kardan daha beyazdır.” (Tirmizî, Tefsir 108)
Enes (r.a.) anlatıyor:
 Biz Resûlullah (s.a.s.)’in huzurunda bulunuyor iken Efendimiz (s.a.s.) kısa bir süre uyuyuverdi. Daha sonra tebessüm ederek başını kaldırdı. Bizler:
“- Ey Allah’ın Resûlü! Tebessüm etmenize sebep nedir?” diye sorduk. Şöyle buyurdu:
“- Az önce bana bîr sûre in­dirildi” buyurup Kevser sûresini okudu. Sonra:
“- Kev­ser nedir, bilir misiniz?” diye sordu. Bizler:
“- Allah ve Resûlü daha iyi bilir” de­yince şöyle buyurdu:
“- O aziz ve celil olan Rabbimin bana va‘dettiği bir ırmak­tır. Onda pek çok hayır vardır. O kıyamet gününde ümmetimin su içmek için geleceği bir havuzdur. Etrafındaki kapları yıldızların sayısıncadır…” (Müslim, Salât 53-54)
Fahr-i Kâinat (s.a.s.) buyuruyor:
“Ben sizin Kevser havuzuna ilk erişeniniz olacak ve sizi orada karşılayacağım! Sizinle buluşma yerimiz o havuzdur. Ben şu an onu görüyorum! Ben sizin hakkınızda şe­hâdet edeceğim! Şu an bana yerin hazîneleri ve onların anahtarları verildi. Vallahi, sizin için benden sonra, müşrikliğe dönersiniz diye korkmam! Fakat ben, sizin için dünya ihtirâsına kapılır ve onun üzerinde birbirinizi kıskanırsınız, birbiri­nizi öldürürsünüz ve sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi siz de yok olur gidersiniz diye korkarım!..” (Buhârî, Tefsir 108/1; Müslim, Fezâil 31)
Efendimiz (s.a.s.)’e bu nimetlerin verileceği müjdelenerek, gönlü teselli edilmiş, hüznü giderilmiş ve bu husustaki ileri geri konuşan kâfirlere hadleri bildirilmiştir.
Bu büyük nimete karşılık olarak:
Bu kadar sayısız iyilik ve ihsana karşılık Yüce Allah, sırf kendi rızâsı için namaz kılmayı, bu nimetlere şükür olması için de, o dönemde sahip olunan malların en kıymetlisi olan develeri yine O’nun rızâsını kastederek kurban kesmeyi emir buyurur. Nitekim o dönemde müşrikler ıslık çalıp el çırparak ibâdet ediyor (bk. El-Enfâl 8/35) ve putlar için deve kesiyorlardı. Bunun için Allah Teâlâ Peygambe­rinden, sadece Rabbi için namaz kılıp kurban kesmesini istemiştir. Bu, aynı zamanda İslâm’ın esası olan tevhid ve ihlâsın emridir.
Bilindiği gibi namaz ibâdeti risâletin ilk günlerinde başlamış olmakla birlikte, Miraç’ta beş vakit olarak farz kılınmıştır. Kurban ibâdeti de hicrettin ikinci senesinde uygulanmaya başlamıştır. Kevser sûresi ise Mekke’nin ilk yıllarında inmiştir. Bu sebeple âyette vurgulanan husus, belli bir namaz ve kurban olmayıp biri bedenî diğeri malî olan namaz ve kurban ibâdetlerinin, aslında bu ikisini numûne kabul edersek, her türlü ibâdet, itaat ve kulluğun sadece ve sadece Allah’a yapılmasıdır. Çünkü O, bütün nimetlerin gerçek sahibidir. İbadet
[6/1 23:44] Ömer Tarık Yılmaz: İfk (iftira) Hadisesi
Hazret-i Âişe vâlidemiz, ordunun ardına düşüp kaybolmaktansa, bulunduğu yerde beklemeyi tercîh etti.
Müreysî Gazvesi’nden dönüşte idi. Allâh Rasûlü’nün zevce-i pâki Hazret-i Âişe (r.a.) ordunun konakladığı yerden, ihtiyaç için biraz uzaklaşmıştı. Döndüğünde ise ordu çoktan hareket etmiş bulunuyordu. Çünkü o sıra tesettür âyeti inmişti ve mü’minlerin anneleri, bir yere giderken devenin hörgücü üzerine konan ve hevdec adı verilen hücre içinde götürülmeye başlanmıştı. Bu sebeple ordu hareket ettiğinde, mü’minlerin annesi Hazret-i Âişe (r.a.) de devenin üzerindeki hevdecde zannedilmişti.
İFK HADİSESİ NASIL OLDU?
Hazret-i Âişe vâlidemiz, ordunun ardına düşüp kaybolmaktansa, bulunduğu yerde beklemeyi tercîh etti. Hafiften uykuya daldı. O sırada kâfileden geri kalanları toplamakla vazîfeli bulunan Safvân bin Muattal (r.a.) Hazret-i Âişe’yi fark etti:
“…Biz Allâh’a âidiz ve yine O’na döneceğiz.” (el-Bakara, 156) âyetini okuyarak kendisinin orada bulunduğunu duyurdu.
Bu ses üzerine Hazret-i Âişe annemiz uyandı. Safvân (r.a.) tek kelime bile konuşmadan devesini çöktürdü; Hazret-i Âişe vâlidemiz de bindiler. Öğle vakti orduya yetişmişlerdi. Bu durumu gören münâfıklar, ellerine bulunmaz bir fırsat geçmiş gibi bu defâ da ağızlarını çirkin bir iftirâ için açtılar:
“–Vallâhi ne Âişe ondan, ne de o Âişe’den kurtulmuştur.” dediler. Hattâ Abdullâh bin Übey, daha ileri giderek mü’minlere:
“–İşte Peygamberinizin hanımı bir adamla sabahladı...” diyerek alay etti.
Fitne bir anda bütün orduyu sardı. Hazret-i Ebûbekir (r.a.) müthiş bir ıztırapla inledi:
“–Vallâhi biz, böyle bir iftirâya câhiliye devrinde bile uğramadık!..” dedi.
Hazret-i Safvân (r.a.) ise derin bir üzüntü içindeydi. O, Allâh Rasûlü’nün:
“Hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!..” dediği güzîde bir sahâbî idi.
Hazret-i Peygamber’in durumuna gelince; en büyük keder, hiç şüphesiz O’nun mübârek gönlüne düşmüştü. Çoğu kere evine kapanıyor, insanlarla pek fazla görüşmüyordu. Bu hususta küçük bir tahkîkat yaptırdı. Hazret-i Âişe’nin suçlu olduğuna dâir en ufak bir alâmet bile yoktu. Ancak münâfık ağızlar susmuyordu.
Hâdiseyi en son duyan, Âişe annemiz oldu. Bu ağır iftirâyı işitir işitmez de müthiş bir teessüre kapıldı. Târifsiz bir elemle, Peygamber Efendimiz’den izin alarak babasının evine, mesele hakkında mâlumat edinmeye gitti. İşittiği dedikoduları bir de onlardan dinleyince, âdeta eridi, bir sonbahar yaprağı gibi sarardı soldu.
Bu sırada Peygamber Efendimiz hâdiseyi Âişe vâlidemizle konuşmak istedi. Hz. Ebûbekir’in (r.a.) evine gidip mübârek zevcesine:
“–Ey Âişe! Hakkında bana birtakım sözler ulaştı. Eğer suçsuzsan, Allâh seni temize çıkaracaktır.” buyurdu.
Âlemlerin Efendisi’nin de iftirâlar karşısında küçük bir tereddüt geçirdiğini hisseden hassas ve ince rûhlu Hazret-i Âişe vâlidemiz, anne ve babasına baktı. Onların sustuğunu görünce, nemli gözlerle Allâh Rasûlü’ne şunları söyledi:
“–Vallâhi, iyice anladım ki, siz söylenilenleri duymuş, neredeyse inanmışsınız. Şimdi ben suçsuzum desem, -ki Allâh bunu biliyor- inanmayabilirsiniz. Aksini söylesem hemen inanabilirsiniz. Ama Allâh suçsuz olduğumu biliyor. O hâlde ben, o söylenenlere karşı Allâh’tan yardım istiyorum.”
O günlerde Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin zevcesi Ümmü Eyyûb, kocasına:
“–İnsanların Âişe aleyhinde söyledikleri şeyleri işittin mi?” diye sordu.
Ebû Eyyûb:
“–Evet! İşittim. Onların hepsi yalan ve uydurmadır!” dedi. Sonra hanımına:
“–Sen böyle bir kötülük yapar mısın?” diye sordu.
O da:
“–Hayır! Vallâhi ben kat’iyyen böyle bir kötülük yapmam!” dedi.
Bunun üzerine Ebû Eyyûb:
“–Sen böyle olunca, vallâhi Âişe senden daha hayırlıdır!” dedi. (İbn-i Hişâm, III, 347; Vâkıdî, II, 434)
Artık işin anlaşılması sâdece vahy-i ilâhîye kalmıştı. Nitekim çok geçmeden Cenâb-ı Hak, hâdiseyle alâkalı âyet-i kerîmeleri inzâl buyurdu. Söylenen sözlerin, münâfıkların iftirâlarından ibâret olduğu âşikâr oldu. İlâhî beyanlar, hem Âişe annemizi temize çıkarmakta hem münâfıkların haksız ithamlarını yüzlerine vurup onlara azâbı haber vermekte hem de bu iftirâyı dillerine dolayan gâfilleri îkâz etmekteydi.
İFK HADİSESİ İLE İLGİLİ AYETLER
Cenâb-ı Hak bu hususla ilgili âyet-i kerîmelerde şöyle buyurdu:
“(Peygamber’in temiz ve mübârek zevcesine) bu ağır iftirâyı uyduranlar, şüphesiz sizin içinizden bir gruptur. Siz bu (iftirâ hâdisesini) hakkınızda fenâ sanmayın, aksine o sizin için hayırdır. İftirâcılardan her biri kazandığı günâhın (vebâlini) çeker. Onlardan (elebaşılık yapıp) bu günâhın büyüğünü yüklenen kimse için de büyük bir azap vardır.
Bu iftirâyı işittiğiniz zaman erkek ve kadın mü’minlerin, kendi vicdanları ile hüsn-i zanda bulunup da; «Bu apaçık iftirâdır!» demeleri gerekmez miydi? İftirâcıların da bu hususta dört şâhit getirmeleri gerekmez miydi? Mâdem ki şâhitler getiremediler, öyle ise onlar Allâh nezdinde yalancıların ta kendisidirler. Eğer dünyâda ve âhirette Allâh’ın lutuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftirâdan dolayı size mutlakâ büyük bir azap isâbet ederdi. Çünkü siz bu iftirâyı dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sâhibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz. Bunu ehemmiyetsiz (ve vebâlsiz) bir iş sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allâh katında (elbette ki) çok büyük (bir cürüm) onu duyduğunuzda; «Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu, çok büyük bir iftirâdır!» demeli değil miydiniz?
Allâh size öğüt veriyor ki, eğer inanmış insanlarsanız buna benzer bir davranışı bir daha aslâ tekrarlamayasınız. Ve Allâh âyetleri size açıklıyor. Allâh, (her işin iç yüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyâda da âhirette de elîm bir azap vardır. Allâh bilir, siz bilmezsiniz. Ya sizin üstünüze Allâh’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, Allâh çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (hâliniz nice olurdu)
Ey îmân edenler! Şeytanın adımlarını tâkip etmeyin! Kim şeytanın adımlarını tâkip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüz kızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allâh’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiç kimse aslâ temize çıkamazdı. Fakat Allâh dilediğini arındırır. Allâh işitir ve bilir.” (en-Nûr, 11-21)
Bu yüce hakîkatlerden sonra Allâh Rasûlü, mütebessim bir şekilde Hazret-i Âişe annemize:
“–Müjde ey Âişe! Allâh seni temize çıkardı!” buyurdular.
Âişe vâlidemiz, âyet-i kerîmelerle tenzîh ve tebrie olunduktan sonra:
“–Benim gibi âciz bir kul hakkında âyet ineceğini hiç tahmin etmezdim. Zannederdim ki, Allâh Rasûlü’nün kalbine bir ilham gelecek ve benim mâsum olduğum böylece ortaya çıkacak!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a hamd etti. Kendisini başından öperek Rasûlullâh’ın yanına gitmesini işâret eden babası Hz. Ebûbekir (r.a.) de:
“–Ben, Allâh’tan başka kimseye hamd ve teşekkür etmem. Benim beraatımı bildiren Allâh’tır!” diyerek biraz da naz ile kırgınlığını ifâde etti.
Bunun üzerine Allâh Rasûlü, tebessüm buyurdular. Bir ay süren sıkıntı, Allâh’ın lutuf ve merhameti sâyesinde nihâyete erdi. (Buhârî, Şehâdât 15, 30, Cihâd 64, Meğâzî 11, 34; Müslim, Tevbe 56; Ahmed, VI, 60, 195)
İftirâ atılan, Rasûlullâh’ın zevcesi, ümmetin annesi, Hazret-i Peygamber’in en yakın dostunun kızı ve aynı zamanda ümmetin en iffetli hanımlarından biri idi. Yalnız bu hâdise dahî, peygamberlerin iptilâ ve musîbetler karşısındaki tahammül gücünü göstermeye kâfîdir. Bu, kıyâmete kadar iftirâya uğrayan mazlumlara büyük bir tesellîdir.
Bütün bu ilmî ve târihî gerçeklere ve Kur’ân-ı Kerîm’in bu hâdiseyi “ifkün mübîn: açık bir iftirâ” ve “bühtânun azîm: büyük bir iftirâ” şeklinde ifâde buyurarak Hazret-i Âişe vâlidemizi kat’î bir beyân ile tenzîh ve tebrie etmesine rağmen, onun daha sonra Cemel Vak’ası’nda bulunmasından dolayı kendisini ithâma devâm eden bir kısım gaflet erbâbına ne demek lâzımdır!?.
İfk hâdisesine sebebiyet veren mücrimler, nâmuslu bir hanıma zinâ isnâd etmiş olduklarından cezâlandırıldılar. Böylece iftirâcıların her birine seksen değnek vuruldu.
TEBRİE EDİLEN DÖRT KİŞİ
İbn-i Abbâs’a (r.a.) göre Allâh Teâlâ dört kişiyi tebrie etmiştir:
1. Yûsuf’u (a.s.) kendisine iftirâ atan kadının ehlinden bir şâhidin dili ile,
2. Mûsâ’yı (a.s.) yahûdîlerin dedikodularından,
3. Hazret-i Meryem’i, kucağındaki yeni doğmuş oğlunu konuşturmak sûretiyle,
4. Hazret-i Âişe’yi de kıyâmete kadar tilâvet edilecek olan Kur’ân-ı Kerîm’deki o azametli âyetlerle tebrie etmiştir ki, beraatin bu derece belâğatlisi görülmemiş olup Allâh Teâlâ bunu Rasûlü’nün ne kadar yüce bir mertebeye sâhip olduğunu göstermek için yapmıştır. (Zemahşerî, IV, 121)
Bu sıkıntılı devrede vahyin uzun süre gecikmesi, Peygamberimiz’in rasûl ve nebî olmakla birlikte beşeriyet vasfını tebârüz ettirmek, vahyin O’nun şuur ve nefsinden doğan bir hâl olmadığını göstermek ve müslümanların samîmiyetini imtihan etmek içindir.
BAĞIŞLA Kİ BAĞIŞLANASIN
Hazret-i Ebûbekir, Mıstah isimli bir fakire devamlı olarak yardımda bulunurdu. Bu İfk Hâdisesi’nde onun da iftirâcılar arasında yer aldığını görünce, bir daha ona ve âilesine iyilik yapmayacağına dâir yemin etti. Hazret-i Ebûbekir’in yardımı kesilince Mıstah ve âilesi perişan bir hâle düştüler. Cenâb-ı Allâh bu yardımın kesilmesinin ardından şu âyet-i kerîmeleri inzâl buyurdu:
“İçinizden fazîletli ve servet sâhibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allâh yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler; affetsinler, bağışlasın geçsinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allâh çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)
“Yeminlerinizden dolayı Allâh’ı (O’nun adını), iyilik etmenize, O’ndan sakınmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel kılmayın! Allâh her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.” (el-Bakara, 224)
Bu âyet-i kerîmeler Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan merhametinin en müşahhas bir örneğini teşkil eder. Diğer yönden de fazîlet ehlini zirveleştirecek bir hedef gösterir.
Âyetlerin nüzûlünden sonra Ebûbekir (r.a.):
“–Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını severim!” dedi. Ardından yemin kefâreti vererek, yapmış olduğu hayra devâm etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)
Yâni Hazret-i Ebûbekir, kendi kızına iftirâ atan adama dahî yardımını esirgemedi. Bu da o mübârek sahâbînin kâbına varılmaz fazîletini gösteren bâriz bir misâldir.
[6/1 23:44] Ömer Tarık Yılmaz: Sevgili Peygamberimiz, peygamberlik vasfının yanı sıra, gönderildiği toplumda devlet başkanı, lider, ordu komutanı gibi rollere de sahipti. Ancak Resûl-i Ekrem, etrafındaki insanlara karşı her zaman mütevazı tavırlar sergilemiş, asla kimseyi küçük görmemiş ve kimseye kibirli davranmamıştı. Hatta ashabının kendisine karşı abartılı tazimde bulunmalarından da hoşlanmayarak onları bu konuda uyarma ihtiyacı hissetmişti. Ashabı, kendisine hürmet için ayağa kaktığında, diğer milletlerin hükümdarları için sergilenen bu davranışı kendisi için yasaklamıştı. (Ebû Dâvûd, Edeb, 151) Bir defasında da kendisiyle konuşmak niyetiyle huzuruna bir adam gelmişti. Ancak Allah Resûlü’nün karşısında konuşmanın verdiği heyecanla adamcağız tir tir titremekteydi. Bu durumu gören Hz. Peygamber, adama “Sakin ol! Ben bir kral değilim. Güneşte kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” diyerek onu rahatlatmaya çalışmıştı. (İbn Mâce, Et’ıme, 30) - HZ. PEYGAMBER’İN MÜTEVAZİ KİŞİLİĞİ
[6/1 23:44] Ömer Tarık Yılmaz: Bir Ayet:
Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.
(A'râf, 7/31)
 
Bir Hadis:
Muhakkak ki Allah, her işi en güzel şekilde yapmayı emretmiştir.
(Müslim, 'Sayd', 57)
 
Bir Dua:
Allah'ım! Senden; doğru bir kalp, doğru söyleyen bir dil ve dosdoğru bir ahlak istiyorum.
(Hâkim, Müstedrek, 1, 688)
 
T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı
[6/1 23:44] Ömer Tarık Yılmaz: Diyanet Takvimi Ön Yüz:
Allah Kur’an’la  rızası peşinde olanları selamet yollarına iletir ve onları izniyle, karanlıklardan aydınlığa çıkarıp kendilerini dosdoğru bir yola iletir. (Mâide, 5/16)
Sizden önceki insanların helâk olmalarının sebebi, aralarında ileri gelen (zengin) kimseler hırsızlık yapınca suçun cezasını vermeyip zayıf (ve fakir) kimseler hırsızlık yapınca ceza uygulamalarıdır. (Müslim, Hudûd, 9)
 
 
Diyanet Takvimi Arka Yüz:
AZMİYLE ENGEL TANIMAYANLAR
Enes b. Malik, Peygamberimizin şöyle dediğini işitmiştir: “Yüce Allah, ‘İki sevgilisi (olan gözlerini almak sureti) ile kulumu sınadığımda sabrederse, bu ikisine karşılık ona cenneti veririm.’ buyurdu.” (Buhârî, Merdâ, 7) Mükâfatı cennet olan bu sınavı, sabır ve azimle karşılayanlardan biri de ashab-ı kiramdan Abdullah b. Ümmü Mektûm’dur. Âmâ bir sahâbî olan İbn Ümmü Mektûm, Medine’de Mus’ab b. Umeyr’le beraber yeni Müslüman olanlara Kur’an okumayı öğretmiş; Bilâl-i Habeşî ile birlikte müezzinlik yapmıştır. Birçok gazada Peygamberimizin vekili olarak Medine’de kalmıştır. Tüm hayatı boyunca İslam’ı yaşama azminde engel tanımadığını gösteren en güzel örneklerden biri, Kadisiye Savaşı’nda şehid olmasıdır. Zira cihada gidenlerin geride kalanlardan üstün olduğunu, ancak mazeretlilerin hükmün dışında tutulduğunu bildiren ayete (Nisâ, 4/95) rağmen pek çok sefere katılmıştır. Nihayet sancaktarlık görevini de yerine getirdiği Kadisiye’de
çok arzu ettiği şehidlik makamına erişmiştir. (Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, V, 181)
 
T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı
[8/1 01:17] Ömer Tarık Yılmaz: Tarihte Bugün
 
• Osmaniye’nin Kurtuluşu 1922
• Demokrat Parti’nin Kuruluşu 1946
• 7-14 Ocak Beyaz Baston Görme Engelliler Haftası
 
Kuveyt Türk Dijital Takvim
 
https://play.google.com/store/apps/details?id=com.kuveytturk.dijital.takvim
[8/1 01:17] Ömer Tarık Yılmaz: Günün Ayeti
 
“Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin.” 
 
Bakara 43
[8/1 01:18] Ömer Tarık Yılmaz: Günün Hadisi
 
“Ben ve yetime kol kanat geren kimse cennette böyle (işaret ve orta parmağını bir araya getirerek) yan yana olacağız.” 
 
Buhârî, Talâk, 25
[8/1 01:18] Ömer Tarık Yılmaz: PEYGAMBER EFENDİMİZ BUYURMUŞTUR Kİ
 
Süheyb ibni Sinan radıyallâhu anh Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:
“Mü’minin durumu hayret vericidir. Çünkü her hâli, kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik, sadece mü’minde vardır. Sevinecek (bir şey olsa) şükreder; bu, onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)
* * *
Ebû Hureyre radıyallâhu anh’den rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem “Allah Teâlâ şöyle buyurdu” demiştir:
“Dünyada sevdiği bir dostunu aldığım zaman (sabredip) ecrini Allah’tan bekleyen mümin kulumun katımdaki karşılığı cennettir.” (Buhârî, Rikak, 6)
* * *
Enes bin Mâlik radıyallâhu anh, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellemi şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:
“Allah Teâlâ buyuruyor: ‘Kulumu, iki gözünü kör ederek denediğim zaman sabrederse, gözlerine karşılık olarak cenneti veririm.’ ” (Buhârî, Merdâ, 7; Tirmîzî, Zühd, 58)
 
 
 
        
 
        
 
Kuveyt Türk Dijital Takvim
 
https://play.google.com/store/apps/details?id=com.kuveytturk.dijital.takvim
[8/1 01:18] Ömer Tarık Yılmaz: HZ. HUD VE AD KAVMİ
Hz. Hûd (a.s.) Âd kavmine gönderilmiştir. Âd kavmi, birinci ve ikinci Âd diye ikiye ayrılır. Nûh kavminden sonra yaşamış- lardır. (A‘raf, 7/69) Âd kavminin yaşadığı bölge Hadramevt ve Yemen civarıdır.
Allah (c.c.), Âd kavmine bereketli bir arazi, ayrıca yaratılışça güç-kuvvet ihsan etmiştir. (A’râf, 7/69) Buna mukabil onlar Hz. Hûd’un “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısı- nız?” (A’râf, 7/65-66) çağrısına kulak vermeyerek büyüklük tas- lamış, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edip, putlara tapmışlardır. Allah (c.c.) da, inkârları ve haddi aşmalarından dolayı onları helak etmiştir. (A’raf, 7/72); (Kamer, 54/18-20)
 
ENFÂL SÛRESİ
Medine döneminde hicretin ikinci yılında Bedir savaşından sonra inmiştir. 75 Âyettir.
Sûre, adını ilk ayetteki 'el- Enfâl' kelimesinden almıştır.
Enfâl savaş ganimeti demektir. Sûrede başlıca, savaş, savaşın amacı, barış, savaşta ele geçen esirler ve özellikle Bedir savaşı sonrası elde edilen ganimetler, bunların kimlere ve nasıl pay edileceği konu edilmektedir.
 
ÖZLÜ SÖZ
Kuzgun, bağda kuzgunca bağırır. Ama bülbül, kuzgun bağırıyor diye güzelim se- sini keser mi hiç?
(Mevlana)
[8/1 01:19] Ömer Tarık Yılmaz: قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يُوَقِّرْ كَبِيرَنَا وَيَرْحَمْ صَغِيرَنَا. (حم)
 
Resûlullah Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular: “Büyüklerimize hürmet göstermeyen, küçüklerimize merhamet etmeyen, bizden değildir.” (Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
 
07 Ocak 2023
Fazilet Takvimi
[8/1 01:19] Ömer Tarık Yılmaz: EŞ-ŞEYH ŞEMSÜDDİN HABÎBULLAH (K.S.)
 
Silsile-i Sâdât’ın yirmi yedinci halkası olan Mevlânâ Şemsüddin Habîbullah (k.s.) Hazretleri, 11 Ramazan 1111 (M. 1700) tarihinde, Cuma günü dünyaya geldi. Asıl ismi Mirzâ Cân-ı Cânân’dır.
 
Babası, Mevlânâ Mirzâ Cân (k.s.), evladının terbiyesine büyük ehemmiyet gösterdi. Henüz küçük yaşta iken evladına, çok kıymetli olan ömrünü mâlâyanî (faydasız şeyler) ile zâyi etmemesini; vakitlerini, kemâlâtı kazanmak için sarf etmesini söylerdi.
 
On altı yaşında iken, babası Mevlânâ Mirzâ Cân (k.s.), âhirete irtihâl ettiler. On sekiz yaşına kadar, arzu ettiği bütün zâhirî ilimleri öğrendi. Buna rağmen kalbi bir türlü tatmin olmayınca manevî ilimleri tahsil için bir mürşid-i kâmil aramaya başladı. Tam bu esnada Seyyid Muhammed Bedvânî (k.s.) Hazretlerinin kâmil vasıflarını işitti. Huzuruna varıp sohbetinde bulununca onun, dine ve Resûlullah Efendimizin (s.a.v.) sünnetine bağlılıkta, ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmakta, işittiklerinin çok daha üstünde olduğunu gördü. Muhammed Bedvânî (k.s.), kendisini kabul etti ve teveccühte bulundu. Şemsüddin Habîbullah (k.s.) Hazretleri, derhâl kalben zikre başladı. Pek yüksek manevî mertebelere kavuştu. Binlerce kişi, kendisinden istifade etti. Otuz sene Tarîkat-i Aliyye erbâbının rehberi oldular.
 
7 Muharrem 1195 (M. 1781) senesinde, üç Mecûsî (Ateşperest), Şemsüddin Habîbullah (k.s.) Hazretlerinin huzuruna geldi. İçlerinden birisi, “Mirzâ Cân-ı Cânân siz misiniz?” diye sordu. O, “Evet, benim.” deyince hançerini çıkarıp onu, kalbine yakın bir yerinden yaraladı ve kaçtılar.
 
Şemsüddin Hazretleri, yanındakilere, “Beni yaralayan kişi bulunursa ben, ona hakkımı helâl ettim, siz de onu affedin.” buyurdular. Aradan üç gün geçti, daha da zayıfladı, hattâ sesi hiç duyulmaz oldu. Âşûrâ gününe denk gelen cuma günü, akşam vakti, iki üç defa derin nefes aldıktan sonra mübarek ruhu, ebedî âleme şehit olarak intikal etti. Kaddesallâhü sirrahü’l-azîz. (Silsile-i Sâdât-ı Nakşibendiyye, Fazilet Neşriyat)
 
 
 
07 Ocak 2023
Fazilet Takvimi
[8/1 01:20] Ömer Tarık Yılmaz: Ne Mutlu Nefsinin İsteklerini Dizginleyene!
 
Resûlullah [sallallahu aleyhi vesellem] şöyle buyurmuştur: Senin en şiddetli düşmanın, iki tarafın arasında (yani iki yanının arasında, bedeninde) bulunan nefsindir. 
 
Açıklama: İnsanda nefs-i emmâre denilen bir kuvvet vardır. Bu kuvvet terbiye edilip süslenmedikçe sahibi için en zararlı düşmandır. İnsan kendi nefsinden daha çok korkmalıdır. Nefsinin kötü isteklerine uymamalıdır. Nefsinin hoşuna giden şeyleri elde etmek için meşru olmayan davranışlardan uzak durmalıdır. Sonra ebedî felaketler kaçınılmaz olur. Bilindiği gibi, insanların tabiatlarında -bir hikmete binaen- birtakım zararlı kuvvetler vardır. Bu kuvvetler insanı daima kötülüğe, meşru olmayan yollara sevketmek ister. Birçok insan bu yüzden gaflete dalar ve ne için yaratıldığını, âkıbetinin ne olacağını düşünmez. Yine hayatî sorumluluklarının neler olduğunu hatırlarına getirmezler, ahiret için çalışmazlar ve değerli vakitlerini boş yere harcar dururlar. Allah Teâlâ cümlemizi gafletten ve nefs-i emmâreye uymaktan muhafaza buyursun.
 
Semerkand Takvimi
[8/1 01:21] Ömer Tarık Yılmaz: Günün Hikayesi
 
Kocasını Şikayet Eden Kadın
 
   Kadının biri, bir gün Halife Ömer r.a.'a gelerek dedi ki:  
 
 - Ey müminlerin emiri sana insanların en iyisini şikayete geldim. Öyle birisi ki, amelde onu geçen veya onun kadar amel eden kimse pek azdır. Geceleri sabaha kadar namaz kılar, gündüzleri de hep oruçla geçirir… 
 
 Bu sözlerden sonra utancından asıl demek istediğini diyemedi ve: 
 
 - Ey müminlerin emiri , beni bağışla, diyerek çekildi.  
 
 Hz. Ömer: 
 
 - İyi iyi , Allah senden razı olsun. Sen adamını çok güzel halleriyle övdün; artık onun hakkında fazla bir şey söylemen de gerekmez, dedi.  
 
 Kadın çıkıp gittikten sonra, orada hazır bulunan sahabi Kaab b. Sûr r.a. dedi ki:  
 
 - Ey müminlerin emiri, kadın utanıp asıl şikayetini sana söyleyemedi.  
 
 - Kadının ne şikayeti varmış ki?  
 
 - Kadın kocasından, kocalık vazifelerini yerine getirmiyor diye şikayette bulunuyor, fakat bunu açıkça söyleyemiyor.  
 
 Hz. Ömer kadını geri çağırdı. Kocasına da haber gönderip yanına getirtti. Sonra Kaab b. Sûr'a :  
 
 - Bunlar arasında sen hakemlik et, diye teklif etti. Kaab :  
 
 - Sen buradayken ben nasıl hakemlik yapabilirim, dedi. Hz. Ömer r.a .:  
 
 - Benim anlayamadığım inceliği sen anladın. Bunun için onları dinleyip aralarında gereken hükmü vermek de senin hakkındır, dedi.  
 
 Bunun üzerine Kaab o adama dedi ki:  
 
 - Allah Tealâ erkeklere hitaben: “Sizin için helal ve hoş olan kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olarak nikahlayın” (Nisâ, 3) diye buyurduğuna göre, en çok üç gün peşpeşe oruç tutabilirsin; dördüncü günü tutmaman gerekir. En çok da üç sabaha kadar ibadet edebilirsin; dördüncü gece eşinle beraber olmalısın.  
 
 Hz. Ömer r.a. Kaab'ın bu ince anlayışını beğendi ve:  
 
 - Senin bu buluşun öteki buluşundan da güzelmiş, dedi. Bu isabetli hükmü çok beğenen halife onu Basra kadısı yaptı.  
 
 Kadıncağız şikayetinde: “Kocam geceleri hep ibadet eder, gündüzleri oruç tutar” deyince, maksadı farketmeyen Hz. Ömer: “Kocanı bunlardan men mi edeyim?” demişti.
[8/1 01:21] Ömer Tarık Yılmaz: Ravi: Enes (ra)
Resulullah (sav) Ubey İbnu Ka'b (ra)'a: 'Allah bana, Lemyekünillezine keferu'yu sana okumamı emretti!' demişti. Ka'b: 'Yani Allah Teala Hazretleri benim ismimi size zikir mi etti?' diye sual etti. Aleyhissalatu vesselam: 'Evet' buyurdular. Bunun üzerine Ubey (ra) ağladı. 
 
Bu hadisin yer aldığı kitaplar: Buhari, Menakıbu'l-Ensar 16, Tefsir, Lem-Yekun 1, Müslim, Fezailu's-Sahabe 122, (799), Tirmizi, Menakıb, (3894)
 
Hadisin Açıklaması:
1- Übey İbnu Ka'b İbnu Kays el-Hazreci en-Neccârî el-Ensârî: Ensar'ın ilk müslümanlarındandır. Akabe biatına katılmıştır. Bedir ve diğer gazvelerin hepsine Resulullah ile birlikte iştirak etmiştir. Übey kaza yönüyle de öndedir. Mesrûk der ki: 'Resûlullah'ın Ashabı içerisinde kaza ehli altı idi: Ömer, Ali, Abdullah, Ubey, Zeyd ve Ebu Musa.' Ubey, Resûlullah Medine'ye geldiği zaman kâtiplik yapan ilk kimse olmuştur. Mektupların sonuna: 'Bunu falan oğlu falan yazdı' diye not düşme işini de ilk o başlatmıştır.
Sadedinde olduğumuz hadiste Ubey İbnu Ka'b, Resûlullah'a Allah ismimi zikretti mi, yoksa 'Ashabından birine oku' dedi de sen mi beni tercih ettin? mânasıda Resûlullah'a sual tevcih etmiştir. Resûlullah, Cenab-ı Hakk'ın onu ismen zikrettiğini ifade edince, bu mazhariyete şükretmede kusur mu işlerim diye endişesinden veya böyle mazhariyetin verdiği ferah ve sürurdan ağlamış olmalıdır. İnsan bazı kere de neşesinden, sevincinden ağlar. Übey İbnu Ka'b'a Resûlullah'ın arzı, Übey'in Aleyhissalâtu vesselâm'dan kıraatı öğrenmesi ve o hususta hazâkat kazanması içindi. Ayrıca hadiste, Kur'ân'ı arzetmenin sünnet kılınması, Übey İbnu Ka'b'ın faziletini ilan, Kur'ân'ın hıfzında ve kıraatında üstünlüğünü ve otoritesini beyan gibi başka maksadlar da var.
Hadisten ayrıca, ehlinden ilim alırken kendi dûnunda bile olsa, talibin tevazû göstermesinin meşruiyeti anlaşılmıştır.
Kurtubî, Lemyekunillezine keferû suresinin zikredilmede imtiyazlı kılınmasını, onun muhtevasıyla açıklar: 'Çünkü der, o sûre tevhid, risalet, ihlas ve peygamberlere inen suhuf ve kitaplara da şamildir, namaz, zekât, meâd (ahiret), cennet ve cehennem ehlinin kısaca zikirleri var.'
Ubey İbnu Ka'b Hicrî 30 yılında vefat etmiştir. 32'de vefat ettiği de söylenmiştir. Başka rakamlar da ileri sürülmüştür, (radıyallahu anh).
[8/1 01:22] Ömer Tarık Yılmaz: 86- عَنْ أبي هُرَيْرَةَ.قال : قال رَسُولُ اللَّهِ : قَارِبُوا وَسَدِّدُوا, وَاعْلَمُوا أنهُ لَنْ يَنْجُوَ أَحَدٌ مِنْكُمْ بِعَمَلِهِ. قالوا: وَلاَ أنت يَا رَسُولَ اللَّهِ؟ قال : وَلاَ أنا إلا أن يَتَغَمَّدَنِيَ اللَّهُ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍ .
 
 86: Ebû Hureyre (Allah Ondan razı olsun)’den bize aktarıldığına göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: “Bütün işlerinizde geri kalıp ileri de gitmeden orta yolu tutunuz ve dosdoğru olunuz. Biliniz ki; hiçbiriniz yaptığı ameller sayesinde cehennemden kurtuluşa eremez.” Ashab: Sen de mi ya Rasûlallah? dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Evet ben de kurtulamam. Şu kadar var ki; Allah rahmet ve lutfuyla beni bağışlarsa o başka.” (Müslim, Münafikûn 76)
 
BÖLÜM: 9
 
YARATILANLARIN BÜYÜKLÜĞÜ DÜNYA ve AHİRET İŞLERİNİ DÜŞÜNME
 
ve NEFSİLERİMİZİ DOĞRU YOL ÖZERİNDE TERBİYE ETMEYE ÇALIŞMAK
 
قال الله تعالى : قُلْ إنما أعظكم بِوَاحِدَةٍ أن تَقُومُوا لِلَّهِ مَثْنَى وَفُرَادَى ثُمَّ تَتَفَكَّرُوا مَا بصاحبكم مِنْ جِنَّةٍ إن هُوَ إلا نَذِيرٌ لَكُمْ بَيْنَ يدي عَذَابٍ شَدِيدٍ.
 
“(Ey Resulüm onlara) De ki: “Ben size bir tek öğüt veriyorum: Allah için ikişer ikişer teker teker, ayağa kalkın da sonra bir düşünün ki, sizinle konuşan arkadaşınızda (peygamberde) hiçbir delilik yok. O ancak, sizi şiddetli bir azabın öncesinde korkutan bir elçidir.” (34 Sebe’ 46)
 
قال الله تعالى : إن في خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَالأرض وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيات لأولى الألباب اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ في خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَالأرض رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سبحانك فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ .
 
“Şüphesiz, yerlerin ve göklerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbirini izlemesinde, derin kavrayış sahipleri için alınacak dersler vardır. Onlar ki; ayakta, oturarak ve yanları üzerinde iken hep Allah’ı hatırlayıp anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde inceden inceye düşünürler ve şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Sen bunların hiçbirini anlamsız ve amaçsız yaratmadın. Sen yücelikte sınırsızsın, bizi ateş azabından koru.” (3 Âl-i İmrân 190-191)
 
قال الله تعالى : أفَلاَ يَنْظُرُونَ إلى الإبل كَيْفَ خُلِقَتْ وَاِلَى السَّمَآءِ كَيْفَ رُفِعَتْ وَاِلَى الْجِبَالِ كَيْفَ نُصِبَتْ وَاِلَى الأرض كَيْفَ سُطِحَتْ فَذَكِّرْ إنما أنت مُذَكِّرٌ .
 
“Peki o inkarcılar bakmazlar mı ki, yağmur yüklü bulutlara, nasılda yaratılmış onlar veya deveye bakmazlar mı nasıl da diğer hayvanlardan değişik özelliklerde
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
[6/1 23:43] Ömer Tarık Yılmaz: SOHBET................ ÎMÂN VE ÎMÂNIN ALÂMETİ

Îmân: Âmentü’de bildirilen altı esasa inanmaktır.

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Îmân, Allaha, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhıret gününe, ölüme ve öldükten sonra dirilmeye, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana, kadere, hayrın ve şerrin Allahtan olduğuna inanmaktır.” 
Bunları kalb ile tasdik etmek şarttır. Îmânın kuvvetli olmasının alâmetleri çoktur. Bu husustaki hadîs-i şerîflerden birkaçı:
“İyilik edince sevinen, günah işleyince üzülen îmânlı demektir.” 
“Kalbde îmânı olan Allahü teâlâyı sever.” 
“Îmân çıplaktır. Elbisesi takva, süsü hayâ, sermayesi fıkıh, meyvesi ameldir.” 
“Îmân, namaz demektir. Kim namaz için kalbini hazırlar ve namazı itina ile, vaktine [diğer farzlarına] ve sünnetine riâyet ederek kılarsa, o mü’mindir.” 
“Müminlerin îmân bakımından en kuvvetli olanı, güzel ahlâka sâhip olanıdır. Yanlarına herkes kolayca yaklaşır, geleni gideni çok olur. Herkesle iyi geçinir. Kim etrafı ile iyi geçinemiyorsa, onda hayır yoktur.” 
“Kişinin nerede olursa olsun, Allahı unutmaması, îmânının kuvvetli olduğunu gösterir.”
“Şu üç şey kimde bulunursa, îmânın tadını bulur:
1- Allah ve Resûlünü herşeyden çok seviyorsa,
2- Bir kimseyi yalnız Allah rızâsı için seviyorsa,
3- Küfre düşmekten, ateşe düşmek kadar korkuyorsa.” 
“Îmândan olan üç şey:
1- Darlıkta infak etmek “Hayra harcamak”,
2- Rastladığı Müslümana selâm vermek,
3- Kendi aleyhine de olsa adâletli davranmak.” 
“Kötüleyen, lânet eden, fuhuş söz söyleyen ve hayâsı az olan kimse, mü’min-i kâmil,değildir.” 
“Beni, evlâdından, ana-babasından ve bütün insanlardan daha fazla sevmeyen, îmân etmiş olmaz.” 

 

KIBLE SAATİ VAKTİ

Takvimimizde her şehir için gösterilen Kıble Saati vaktinde, Güneş’e doğru dönen kimse, Kâbe yönüne dönmüş ve o yerin kıblesini bulmuş olur.

 

 

 
 
06.01.2023 - Türkiye Takvimi - https://play.google.com/store/apps/details?id=turkiyetakvimi.takvim
[6/1 23:43] Ömer Tarık Yılmaz: Peygamberimizin Elbise Giyim Adabı : Neden elbise giyeriz? Giyim kuşam ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir? Peygamber Efendimiz nasıl giyinirdi? Peygamberimizin giyim kuşamı...
İnsan için yeme içme ne kadar zarûrî bir ihtiyaç ise giyinmek ve toplum içinde güzel bir görünüme sâhip olmak da o derece önemlidir. Vücûd, ancak giyim kuşam yoluyla hâricî tesirlerden korunur, ayıplardan kurtulur ve güzelliğini kemâle erdirir.
 
NEDEN ELBİSE GİYERİZ?
Aslında örtü, zerreden küreye kâinâtın hemen her unsurunda müşâhede edilen fıtrî bir hakîkattir. Dünyanın atmosferi, ağaç ve meyvelerin kabukları, hayvanların deri ve tüyleri, anne karnındaki cenini saran plasenta zarı bir nevi elbise (tesettür) hükmünde olup bunları dışa karşı muhafaza eder ve görünüşlerini güzelleştirir.
 
Kur’ân-ı Kerim’de:
 
“Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süsl
[6/1 23:43] Ömer Tarık Yılmaz: Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Çocukluk Dönemi
PEYGAMBER EFENDİMİZİN ÇOCUKLUĞU (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Çocukluk Dönemi)
Doğumundan iki ay evvel babası, altı yaşındayken de annesi vefât etti. Annesi vefat ettikten sonra Hz. Muhammed’i (s.a.v.) dedesi Abdülmuttalib himaye etti. Abdülmuttalib, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gereken ihtimamı gösterdi. Yanından hiç ayırmadı, ona baba şefkati ve sevgisinin eksikliğini hissettirmedi.
 
Abdülmuttalib ölümünden önce, sekiz yaşında olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bakımını oğlu Ebû Tâlib’e vasiyet etti. Ebû Tâlib, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) çocuklarından daha fazla sevdi, onun uğurlu olduğuna inandı ve iyi yetişmesi için gayret sarfetti. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in ikinci annem dediği hanımı Fâtıma bint Esed (r.a.) de ona kendi çocuklarından daha çok alâka gösterdi. Ebû Tâlib nübüvvetten sonra da yeğeninin yanında yer aldı ve kendisini korumak için elinden geleni yaptı.
[6/1 23:43] Ömer Tarık Yılmaz: Kevser Suresi
Kevser suresi, Mekke döneminde inmiştir. Medine döneminde indiği de rivayet edilmiştir. 3 ayettir. Kevser; çok hayır, bereket demektir. Cennet’te Peygamber Efendimize mahsus bir havuzun da adıdır.
 
Hz. Peygamber (s.a.s.), asla “ebter” olamaz. Çünkü Yüce Allah ona Kevser’i lütfetmiştir. اَلْكَوْثَرُ (kevser), çokluk mânasındaki اَلْكَثْرَةُ (kesret) kökünden gelir. O, bütün iyilik, güzellik ve hayırları içine alan gerçekten çok şümullü bir lafızdır. Bu mânalardan bazıları şöyledir:
 
Bitmek tükenmek bilmeyen çok hayır, bol nimet,
 
Kur’ân-ı Kerîm, Peygamberlik ve İslâm dini,
 
Kur’ân-ı Kerîm’le alakalı ilimler ve mânalar,
 
Mü’minlere dinî hayatlarında sağlanan kolaylıklar,
 
Makâm-ı Mahmûd, şefaat hakkı,
 
Peygamberimiz (s.a.s.)’e kıyamete kadar iman ve itaat edecek ümmetinin çokluğu,
 
Cennette verilecek havuz ve ırmak.
 
Kevser havuzu ve ırmağı hakkında Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
 
“Kevser, cennette bir ırmaktır. Her iki kıyısı altındandır. Bu ırmak inci ve yakut üzerinden akar. Toprağı miskten daha hoştur. Suyu bal­dan tatlı, kardan daha beyazdır.”  (Tirmizî, Tefsir 108)
 
Enes (r.a.) anlatıyor:
 
 Biz Resûlullah (s.a.s.)’in huzurunda bulunuyor iken Efendimiz (s.a.s.) kısa bir süre uyuyuverdi. Daha sonra tebessüm ederek başını kaldırdı. Bizler:
 
“- Ey Allah’ın Resûlü! Tebessüm etmenize sebep nedir?” diye sorduk. Şöyle buyurdu:
 
“- Az önce bana bîr sûre in­dirildi” buyurup Kevser sûresini okudu. Sonra:
 
“- Kev­ser nedir, bilir misiniz?” diye sordu. Bizler:
 
“- Allah ve Resûlü daha iyi bilir” de­yince şöyle buyurdu:
 
“- O aziz ve celil olan Rabbimin bana va‘dettiği bir ırmak­tır. Onda pek çok hayır vardır. O kıyamet gününde ümmetimin su içmek için geleceği bir havuzdur. Etrafındaki kapları yıldızların sayısıncadır…” (Müslim, Salât 53-54)
 
Fahr-i Kâinat (s.a.s.) buyuruyor:
 
“Ben sizin Kevser havuzuna ilk erişeniniz olacak ve sizi orada karşılayacağım! Sizinle buluşma yerimiz o havuzdur. Ben şu an onu görüyorum! Ben sizin hakkınızda şe­hâdet edeceğim! Şu an bana yerin hazîneleri ve onların anahtarları verildi. Vallahi, sizin için benden sonra, müşrikliğe dönersiniz diye korkmam! Fakat ben, sizin için dünya ihtirâsına kapılır ve onun üzerinde birbirinizi kıskanırsınız, birbiri­nizi öldürürsünüz ve sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi siz de yok olur gidersiniz diye korkarım!..” (Buhârî, Tefsir 108/1; Müslim, Fezâil 31)
 
Efendimiz (s.a.s.)’e bu nimetlerin verileceği müjdelenerek, gönlü teselli edilmiş, hüznü giderilmiş ve bu husustaki ileri geri konuşan kâfirlere hadleri bildirilmiştir.
 
Bu büyük nimete karşılık olarak:
 
Bu kadar sayısız iyilik ve ihsana karşılık Yüce Allah, sırf kendi rızâsı için namaz kılmayı, bu nimetlere şükür olması için de, o dönemde sahip olunan malların en kıymetlisi olan develeri yine O’nun rızâsını kastederek kurban kesmeyi emir buyurur. Nitekim o dönemde müşrikler ıslık çalıp el çırparak ibâdet ediyor (bk. El-Enfâl 8/35) ve putlar için deve kesiyorlardı. Bunun için Allah Teâlâ Peygambe­rinden, sadece Rabbi için namaz kılıp kurban kesmesini istemiştir. Bu, aynı zamanda İslâm’ın esası olan tevhid ve ihlâsın emridir.
 
Bilindiği gibi namaz ibâdeti risâletin ilk günlerinde başlamış olmakla birlikte, Miraç’ta beş vakit olarak farz kılınmıştır. Kurban ibâdeti de hicrettin ikinci senesinde uygulanmaya başlamıştır. Kevser sûresi ise Mekke’nin ilk yıllarında inmiştir. Bu sebeple âyette vurgulanan husus, belli bir namaz ve kurban olmayıp biri bedenî diğeri malî olan namaz ve kurban ibâdetlerinin, aslında bu ikisini numûne kabul edersek, her türlü ibâdet, itaat ve kulluğun sadece ve sadece Allah’a yapılmasıdır. Çünkü O, bütün nimetlerin gerçek sahibidir. İbadet
[6/1 23:44] Ömer Tarık Yılmaz: İfk (iftira) Hadisesi
Hazret-i Âişe vâlidemiz, ordunun ardına düşüp kaybolmaktansa, bulunduğu yerde beklemeyi tercîh etti.
Müreysî Gazvesi’nden dönüşte idi. Allâh Rasûlü’nün zevce-i pâki Hazret-i Âişe (r.a.) ordunun konakladığı yerden, ihtiyaç için biraz uzaklaşmıştı. Döndüğünde ise ordu çoktan hareket etmiş bulunuyordu. Çünkü o sıra tesettür âyeti inmişti ve mü’minlerin anneleri, bir yere giderken devenin hörgücü üzerine konan ve hevdec adı verilen hücre içinde götürülmeye başlanmıştı. Bu sebeple ordu hareket ettiğinde, mü’minlerin annesi Hazret-i Âişe (r.a.) de devenin üzerindeki hevdecde zannedilmişti.
 
İFK HADİSESİ NASIL OLDU?
Hazret-i Âişe vâlidemiz, ordunun ardına düşüp kaybolmaktansa, bulunduğu yerde beklemeyi tercîh etti. Hafiften uykuya daldı. O sırada kâfileden geri kalanları toplamakla vazîfeli bulunan Safvân bin Muattal (r.a.) Hazret-i Âişe’yi fark etti:
 
“…Biz Allâh’a âidiz ve yine O’na döneceğiz.” (el-Bakara, 156) âyetini okuyarak kendisinin orada bulunduğunu duyurdu.
 
Bu ses üzerine Hazret-i Âişe annemiz uyandı. Safvân (r.a.) tek kelime bile konuşmadan devesini çöktürdü; Hazret-i Âişe vâlidemiz de bindiler. Öğle vakti orduya yetişmişlerdi. Bu durumu gören münâfıklar, ellerine bulunmaz bir fırsat geçmiş gibi bu defâ da ağızlarını çirkin bir iftirâ için açtılar:
 
“–Vallâhi ne Âişe ondan, ne de o Âişe’den kurtulmuştur.” dediler. Hattâ Abdullâh bin Übey, daha ileri giderek mü’minlere:
 
“–İşte Peygamberinizin hanımı bir adamla sabahladı...” diyerek alay etti.
 
Fitne bir anda bütün orduyu sardı. Hazret-i Ebûbekir (r.a.) müthiş bir ıztırapla inledi:
 
“–Vallâhi biz, böyle bir iftirâya câhiliye devrinde bile uğramadık!..” dedi.
 
Hazret-i Safvân (r.a.) ise derin bir üzüntü içindeydi. O, Allâh Rasûlü’nün:
 
“Hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!..” dediği güzîde bir sahâbî idi.
 
Hazret-i Peygamber’in durumuna gelince; en büyük keder, hiç şüphesiz O’nun mübârek gönlüne düşmüştü. Çoğu kere evine kapanıyor, insanlarla pek fazla görüşmüyordu. Bu hususta küçük bir tahkîkat yaptırdı. Hazret-i Âişe’nin suçlu olduğuna dâir en ufak bir alâmet bile yoktu. Ancak münâfık ağızlar susmuyordu.
 
Hâdiseyi en son duyan, Âişe annemiz oldu. Bu ağır iftirâyı işitir işitmez de müthiş bir teessüre kapıldı. Târifsiz bir elemle, Peygamber Efendimiz’den izin alarak babasının evine, mesele hakkında mâlumat edinmeye gitti. İşittiği dedikoduları bir de onlardan dinleyince, âdeta eridi, bir sonbahar yaprağı gibi sarardı soldu.
 
Bu sırada Peygamber Efendimiz hâdiseyi Âişe vâlidemizle konuşmak istedi. Hz. Ebûbekir’in (r.a.) evine gidip mübârek zevcesine:
 
“–Ey Âişe! Hakkında bana birtakım sözler ulaştı. Eğer suçsuzsan, Allâh seni temize çıkaracaktır.” buyurdu.
 
Âlemlerin Efendisi’nin de iftirâlar karşısında küçük bir tereddüt geçirdiğini hisseden hassas ve ince rûhlu Hazret-i Âişe vâlidemiz, anne ve babasına baktı. Onların sustuğunu görünce, nemli gözlerle Allâh Rasûlü’ne şunları söyledi:
 
“–Vallâhi, iyice anladım ki, siz söylenilenleri duymuş, neredeyse inanmışsınız. Şimdi ben suçsuzum desem, -ki Allâh bunu biliyor- inanmayabilirsiniz. Aksini söylesem hemen inanabilirsiniz. Ama Allâh suçsuz olduğumu biliyor. O hâlde ben, o söylenenlere karşı Allâh’tan yardım istiyorum.”
 
O günlerde Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin zevcesi Ümmü Eyyûb, kocasına:
 
“–İnsanların Âişe aleyhinde söyledikleri şeyleri işittin mi?” diye sordu.
 
Ebû Eyyûb:
 
“–Evet! İşittim. Onların hepsi yalan ve uydurmadır!” dedi. Sonra hanımına:
 
“–Sen böyle bir kötülük yapar mısın?” diye sordu.
 
O da:
 
“–Hayır! Vallâhi ben kat’iyyen böyle bir kötülük yapmam!” dedi.
 
Bunun üzerine Ebû Eyyûb:
 
“–Sen böyle olunca, vallâhi Âişe senden daha hayırlıdır!” dedi. (İbn-i Hişâm, III, 347; Vâkıdî, II, 434)
 
Artık işin anlaşılması sâdece vahy-i ilâhîye kalmıştı. Nitekim çok geçmeden Cenâb-ı Hak, hâdiseyle alâkalı âyet-i kerîmeleri inzâl buyurdu. Söylenen sözlerin, münâfıkların iftirâlarından ibâret olduğu âşikâr oldu. İlâhî beyanlar, hem Âişe annemizi temize çıkarmakta hem münâfıkların haksız ithamlarını yüzlerine vurup onlara azâbı haber vermekte hem de bu iftirâyı dillerine dolayan gâfilleri îkâz etmekteydi.
 
İFK HADİSESİ İLE İLGİLİ AYETLER
Cenâb-ı Hak bu hususla ilgili âyet-i kerîmelerde şöyle buyurdu:
 
“(Peygamber’in temiz ve mübârek zevcesine) bu ağır iftirâyı uyduranlar, şüphesiz sizin içinizden bir gruptur. Siz bu (iftirâ hâdisesini) hakkınızda fenâ sanmayın, aksine o sizin için hayırdır. İftirâcılardan her biri kazandığı günâhın (vebâlini) çeker. Onlardan (elebaşılık yapıp) bu günâhın büyüğünü yüklenen kimse için de büyük bir azap vardır.
 
Bu iftirâyı işittiğiniz zaman erkek ve kadın mü’minlerin, kendi vicdanları ile hüsn-i zanda bulunup da; «Bu apaçık iftirâdır!» demeleri gerekmez miydi? İftirâcıların da bu hususta dört şâhit getirmeleri gerekmez miydi? Mâdem ki şâhitler getiremediler, öyle ise onlar Allâh nezdinde yalancıların ta kendisidirler. Eğer dünyâda ve âhirette Allâh’ın lutuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftirâdan dolayı size mutlakâ büyük bir azap isâbet ederdi. Çünkü siz bu iftirâyı dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sâhibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz. Bunu ehemmiyetsiz (ve vebâlsiz) bir iş sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allâh katında (elbette ki) çok büyük (bir cürüm) onu duyduğunuzda; «Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu, çok büyük bir iftirâdır!» demeli değil miydiniz?
 
Allâh size öğüt veriyor ki, eğer inanmış insanlarsanız buna benzer bir davranışı bir daha aslâ tekrarlamayasınız. Ve Allâh âyetleri size açıklıyor. Allâh, (her işin iç yüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
 
İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyâda da âhirette de elîm bir azap vardır. Allâh bilir, siz bilmezsiniz. Ya sizin üstünüze Allâh’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, Allâh çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (hâliniz nice olurdu)
 
Ey îmân edenler! Şeytanın adımlarını tâkip etmeyin! Kim şeytanın adımlarını tâkip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüz kızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allâh’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiç kimse aslâ temize çıkamazdı. Fakat Allâh dilediğini arındırır. Allâh işitir ve bilir.” (en-Nûr, 11-21)
 
Bu yüce hakîkatlerden sonra Allâh Rasûlü, mütebessim bir şekilde Hazret-i Âişe annemize:
 
“–Müjde ey Âişe! Allâh seni temize çıkardı!” buyurdular.
 
Âişe vâlidemiz, âyet-i kerîmelerle tenzîh ve tebrie olunduktan sonra:
 
“–Benim gibi âciz bir kul hakkında âyet ineceğini hiç tahmin etmezdim. Zannederdim ki, Allâh Rasûlü’nün kalbine bir ilham gelecek ve benim mâsum olduğum böylece ortaya çıkacak!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a hamd etti. Kendisini başından öperek Rasûlullâh’ın yanına gitmesini işâret eden babası Hz. Ebûbekir (r.a.) de:
 
“–Ben, Allâh’tan başka kimseye hamd ve teşekkür etmem. Benim beraatımı bildiren Allâh’tır!” diyerek biraz da naz ile kırgınlığını ifâde etti.
 
Bunun üzerine Allâh Rasûlü, tebessüm buyurdular. Bir ay süren sıkıntı, Allâh’ın lutuf ve merhameti sâyesinde nihâyete erdi. (Buhârî, Şehâdât 15, 30, Cihâd 64, Meğâzî 11, 34; Müslim, Tevbe 56; Ahmed, VI, 60, 195)
 
İftirâ atılan, Rasûlullâh’ın zevcesi, ümmetin annesi, Hazret-i Peygamber’in en yakın dostunun kızı ve aynı zamanda ümmetin en iffetli hanımlarından biri idi. Yalnız bu hâdise dahî, peygamberlerin iptilâ ve musîbetler karşısındaki tahammül gücünü göstermeye kâfîdir. Bu, kıyâmete kadar iftirâya uğrayan mazlumlara büyük bir tesellîdir.
 
Bütün bu ilmî ve târihî gerçeklere ve Kur’ân-ı Kerîm’in bu hâdiseyi “ifkün mübîn: açık bir iftirâ” ve “bühtânun azîm: büyük bir iftirâ” şeklinde ifâde buyurarak Hazret-i Âişe vâlidemizi kat’î bir beyân ile tenzîh ve tebrie etmesine rağmen, onun daha sonra Cemel Vak’ası’nda bulunmasından dolayı kendisini ithâma devâm eden bir kısım gaflet erbâbına ne demek lâzımdır!
Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —
G-H1BEN5KZ8N